16 Mayıs 2011 Pazartesi

Issız Öküz


Dün izleyebildim sonunda o kadar yaygarası yapılan Issız Öküz'ü. "Neden Öküz?" Çünkü baş karakter bir öküz. Günlük hayatında pek çaktırmıyor ama sevişirken gayet net görülüyor bir öküz olduğu. Neyse zaten bundan bahsedeceğim...
Ben bu filmi sevmedim, sevemedim ey okur... Evet sıkmıyor izlerken, gayet akıcı gidiyor ama her romantik film gibi bitince "Eee bu muydu yani?" diyorsunuz.
Filmi kendime göre anlatayım bakın;

Taşradan İstanbul'a gelince direk Fransız romantik filmlerinden çıkma "yemekten, şaraptan anlayan, nostalji seven genç" rolüne bürünen bir özenti denyo var... İnternetten birileriyle randevulaşıp sikişen, yetmeyip fahişe tutup fahişe siken, üstüne sokakta gördüğü kızlara asılan libidosu yüksek, gözüdönmüş, seksomanyak bir arkadaşımız bu. Bir gün ikinci el kitap, plak falan satan bir dükkanda kızın tekini gözüne kestirir. "Bunu yatağa atamazsam tüh benim kalıbıma" deyip peşine takılır kızın.

Kız da yabancı romantik filmlerden çıkma "erkeklerin tüm taktiklerini bilen, derin kız" modelindedir. Bilmiş bilmiş konuşur hep. Neyse, Issız Öküz'ümüz çeşitli yavşaklıklarla falan kızla görüşmeye başlar. Gün gelir eve yemeğe çağırır kızı. Gecenin finalinde yarı istekli yarı isteksiz kızla öküz gibi sevişir bu. Bir de erken boşalıp rezil olur kıza... Kız da "Öküz gibi sevişmese iyi adam aslında" der ve sadece bir gecede, adamın öküzlüğünü de erken boşalma sorununu da tedavi eder (Şifacı mıdır nedir anlamadım). Üstüne üstlük Issız Öküz'ümüz bu geceden sonra tutulur kıza (Yok yok şifacı değil büyücü bu kız kesin). 

Sonra öküzün annesi İstanbul'a, ziyaretine gelir. Annesi eve girip de ayakkabısı çıkarınca kızla öküz bir bakışırlar. ÇOK BATILILAR YA SİKTİKLERİM!!! Sıçtığımın özentilerine bak sen... 
Neyse; Öküz'ümüz 1-2 gün içinde yaptığı gözlemlerle, annesinin kendisini evlendirmeye niyeti olduğunu, kızın da evlenmeye meyilli olduğunu fark edince internetten randevulaştığı kadınlar, eve çağırdığı fahişeler gözü önünden geçer. "Bol sikiş mi bol aşk mı?" Sorusu kafasını kurcalar bir süre. Ama tabii ki içgüdüleri kazanır ve kararını verir: Sikiş forever!!!

Issız Öküz, buna karar verdiğinin ertesi sabahı, dolaptan çıkardığı bir tencere yaprak dolmasını, evlenince kendini nasıl salacağını, kaç kilo alacağını gösterircesine mideye indirmekle meşgul olan kıza siktiri çeker... (Aslında sadece kızın bokboğazlığını gördüğü için de ayrılmış olabilir. Mümkün yani...) Kız da buna "Ağzına sıçıyım senin, ağzına sıçıyım!" diye karşılık verir (Ki bu sahne filmde en eğlendiğim yerdi).

Sonra aradan yıllar geçer; Issız Öküz yanında çalışan ve kendi batı özentiliğini unutup, nazikliğiyle, seviyeliliğiyle "İngiliz seni ehehe" diye dalga geçtiği çalışanı ve onun çocuğuyla sinemaya giderken kızla yine karşılaşır. Konuşurlar acılarını, yaşadıklarını unutmuşlar gibi. Sonra içseslerinden aslında birbirlerini unutamadıklarını falan anlarız. Gerçi burada Issız Öküz samimi değil. Abazanlığını, daha çok kız ve seks için sevdiğini terk eden, gözü dönmüş bir seksomanyak olduğunu biz seyircilerden de gizlemek için yapıyor bu içinden yaptığı konuşmayı. Yemezler Öküz!!! İçini biliriz biz senin! Hem biz seni böyle kabul ettik merak etme... 

Neyse; Tam konuşma biter ayrılıp ters yönlere giderler ki kamera oynamaz hiçbir yere ve koşup son bir kez sarılırlar birbirlerine. Sonra yine ayrılıp ters yönlere giderler. (Bunu yaparken de Issız Öküz'ün aklından geçen muhtemelen sarılma bahanesiyle kıza son bir kez dokunmaktı.)

Ve; THE END 

Filmi nasıl algıladığımı anlattım, şimdi de bazı tespitlere geldi sıra. Yabancı romantik filmlere özenilerek yapılmış çok sıradan bir filmdi zaten. Kızıyorsunuz belki de bana "Bunda da mı özentilik buldun lan!" diye ama var işte arkadaşım, var ki üşenmeyip de yazı yazıyorum burada. Yoksa böyle boş bir film üzerine oturup da yazı yazmam kolay kolay.Bakın hemen de yazacağım şimdi, dandik bir film üzerine yazılan bir yazıyla fazla vakit kaybetmeyin diye.

İlk olarak filmdeki kız tavlama taktiği (Boşanmış, çocuklu genç adam imajı) daha Türk toplumundaki bir olgu değil. "Kızların boşanmış, çocuklu genç erkeklerden etkilenmesi" diye bir olgu henüz yerleşmedi Türk toplumunda. Yabancı filmlerde sıkça görülen bir şeydir bu ve filme de bu yabancı filmlere özenilerek eklenmiş... Türk toplumunda bir kız boşanmış, çocuklu birini çekici bulmaz, bulsa da yavşamaya korkar. Yani öyle "modern görüneceğim" diye, yaptığın filme yabancı filmlerden, yabancı kültürlerden apartma olgular serpiştirmek hoş olmuyor...

Hadi onu geçtim, o evler ne öyle? Neden illa ki batılı bir mimariyle inşa edilmiş, batılı bir şekilde dekore edilmiş evlerde çekiliyor bu son zamanlardaki filmler? Reklamlara da dikkat edin, evler hep Hollywood setlerinde oluşturulmuş gibi... Bir de "sabah kalkıp masada kahve içme" sahnesi konulmuş. Bu da ithal bir olgu. Yabancı filmlerde çok olur bu; Sabah kalkan karakter eğer bir şey içecekse;
1) Kesin kahve içer,
2) Mutlaka bir masada içer,
3) Bunu yaparken televizyon izlemesi, başka bir işle uğraşması falan da kesinlikle yasaktır!

Sabah kalkıp TV karşısında çay içen adamı dövüyorlar Hollywood'da sanki... İlla ki kahve, illa ki masada ve illa ki boş boş durarak...

Bir de filme derinlik katmak için vurucu sözler vardı. Mesela Ada karakteri Issız Öküz'den siktiri yiyince "Sen soğuktan donmak üzeresin, uyumamak istiyorsun ama farkında değilsin çoktan ölmüşsün." diyordu. Şimdi sinirlendirmeyin adamı! Bana sevgilisinden daha yeni siktiri yemiş olmanın şokundayken böyle derin laflar edebilecek bir kız getirin lan! Haaa madem öyle bir kız yok, zorlamayın "filme kültürlü,derin, aşmış bir kız modeli" koyalım diye...

Bir başka klişeye geleyim. Bir aşk filminde yıllar sonra sokakta yolları kesişen 2 eski aşık varsa eğer; 
1) Mutlaka en az birinin yanında arkadaşı olmalıdır, tek başlarınayken karşılaşamazlar,
2) Eski aşıklardan biri, önce diğerinin arkadaşıyla göz göze gelir,
3) Arkadaşla göz göze gelmeden, direk eski sevgiliyle göz göze gelmek yasaktır!

Arkadaşlar bu kuralı kıranı sahiden dövüyorlar sanırım Hollywood'da çünkü hiç görmedim ki bir filmde eski aşıklar sokakta tek başlarınayken karşılaşsınlar veya önce sevgililerinin arkadaşıyla değilde kendisiyle göz göze gelsinler...

Filme renk katsın diye 2 filmden (belki daha fazlası da vardır) doğrudan arak yapılmıştı bir de;
1) Ada'nın arkadaşı bir sahnede sigarasını, tükürdüğü peçeteye bastırarak söndürüyordu. Bunun aynısı Stranger Than Fiction filminde vardı... Değişik bir detay olsun diye araklanmış sanırım.
2) Filmin başlarındaki "mutfakta telaşla çalışarak bir lokanta eleştirmenini memnun etme" sahnesinin de aynısı Julia Roberts'ın bir filminde vardı... 

Gelelim tek gecede tedaviye... Mantık hatası denir mi bilmiyorum ama Ada karakterinin Issız Öküz'ün erken boşalma sorununu da, sevişirkenki öküzlüğünü de bir sikişmeyle tedavi edip, üstüne bir de öküzümüzü kendine aşık etmesi "Hade lan!" dedirtiyor. (Dediğim gibi kız ya şifacı ya büyücü)

Sanki bir de kelime oyunu var gibi geldi bana filmin isminde. "Issız Adam" derken hani hem bizim öküzün ıssızlığı hem de terkedilip ıssız kalan Ada niteleniyormuş gibi. Tabii Ada'yı niteleyince Issız Ada'm şekilinde yazılması gerekirdi filmin adı ama ne bileyim bence kızın adının Ada olması tesadüf değil.

Son olarak filmin sonu keşke mutlu bitseydi. Hayır, filmlerde illa ki mutlu son arayanlardan değilim ama bu filmi ancak mutlu bir son kurtarırdı. Mutlu sonla mutlu olup mutlu çıkardı seyirciler sinemadan... Peki nasıl olurdu mutlu son? Hani sarılmışlardı ya tam ayrılırken, orada tekrar ayrılmadan ekran kararsaydı mesela mutlu son olurdu.

Sonuç; Bu film sıradan bir romantik film. O kadar şamata yapılmasının tek nedeni de Türk sinemasında alışık olmadığımız öğeler (ithal olanları) içermesindendi bence. Haa tabii ki özenti ağlak ergen kızlar'ı unutmayalım. Bu romantik filmler onlar sayesinde gişe yapıyor zaten. Özenebilecekleri bir kadın modeli arıyorlar kendilerine bu filmlerde. Kendi aşklarıyla filmdeki aşklar arasında benzerlik arıyorlar, bulamazlarsa da filmdeki kıza özenip kendi aşklarını filmdekine benzetmeye çalışıyorlar. (Kurtlar Vadisi izleyen özenti angutların, sevgililerinin Özgü Namal gibi davranmasını istedikleri gibi) Dediğim gibi, erkeklerin tersine, kızlar çok seviyorlar bu filmleri ama erkeklerin işine yarıyor kızların bu özentiliği aslında. Nasıl mı? Şöyle;

Kız arkadaşınız var mı? Var. Özenti mi? Bilmiyorsunuz. Sorun değil, tahmini olarak kızların %98'i özentidir zaten. Neyse, sorun ne? Vermemekte ısrar mı ediyor? Evet. Yazık size... Ama üzülmeyin, çaresi var!!! Alın Issız Öküz filminin CD'sini, beraber izleyin. İşte hepsi bu kadar, 1 haftaya kalmaz kızı yatakta bilin... 

"Ha bu kadar basit yani?" diyenlere cevaben; EVET O KADAR BASİT! Özentilik bir insanı ne kadar çabuk ve ne denli değiştirir tahmin bile edemezsiniz. Bu yüzden karşınızdaki kişinin özentiliklerini kendi çıkarınıza kullanmayı öğrenin derim ben...

Söyleyeceklerim bu kadardı sevgili okur. Böyle boş bir film üzerine normalde yazı yazmaya üşenirdim ama gereğinden çok yaygarası yapıldığı için yazmayı gerekli gördüm. Bir dahaki yazımda görüşmek üzere, seviyorum seni okur!

NOT: Beyler; Issız Öküz karakteri gerçekse, karınıza, kızınıza ve hatta kendi götünüze dikkat edin derim. Abazanlıktan gözü dönmüş adamın, önüne geleni affetmiyor...
SON

Dümenci Taksici


Uzun süredir yazmıyordum, ayrı kalmıştık seninle ey okur. Neyse ki dün İstanbul'dan döndüm ve şimdi de gecenin 5'inde bir yazıyla karşınızdayım.
İstanbul'dan döndüğümde mutlaka bir malzeme oluyor elimde yazmak için. Bu kez malzeme takside geldi...
Bir medikal görüntüleme merkezinde kemik sintigrafisi çektirdikten sonra taksiye bindik. Taksici arabayı hareket ettirir ettirmez bir "Bismil" çekti. Nedir "Bismil"?
Bismil; "Bismillahirrahmanirrahim, Bismillah, Bismil ve Bis kardeşler"in 3.südür. Kişi önceleri Bismillahirrahmanirrahim çeker bir işe girişirken, zamanla bunu Bismillah, Bismil derken Bis'e kadar kısaltır.
Neyse... İlk "Bismil"i çekti, sürmeye başladı. Bir viraja geldik, bir Bismil daha, öteki viraja geldik bir Bismil daha derken baktım adam taksi her durakladığında, her viraj alındığında falan "Bismil"liyor. Arada da böyle sıkıntılı sıkıntılı sesler çıkarıyor...
Böyle devam ederken telefonu çaldı taksicinin ve aşağı yukarı şöyle şeyler söyledi; "Abla nerdesin sen?Neden ağlıyorsun sen abla? Ağlama abla. Yok abla bende de yok ki. Allah büyüktür abla. Anlıyorum da abla ben de arabanın masrafını çıkaramıyorum bile, cebimde kuruş yok. Allah'ım şahidim ki yok abla bende de para. Düşmez kalkmaz bir Allah be abla...
Sonra kapadı telefonu. Sıkıntılı sıkıntılı sesler çıkarıp, içinde bol bol "Allah" geçen bir şeyler söylendikten sonra telefonla birini aradı (Ya da aramış gibi yaptı). Bu kez de yine aşağı yukarı şöyle şeyler söyledi; ""Bilmemkim" Abi ya "bilmemkim" ablam aradı, çocuklar aç diyor abi ya. Benden para istedi de bende de yok Allah şahidim olsun ki abi. Abi sen çıkar "bilmemkim" ablama 50 lira ver, ben akşam sana çıkarıp vericem. Öyle de abi düşmez kalkmaz bir Allah be abi. Allah büyüktür be abi. Yazık o çocuklara da be abi. İşte ver sen şimdi ona bir 50 lira abi, ben akşam vericem sana yemin billah abi."
Kapadı telefonu ve ağlamaklı bazı sesler çıkarmaya çalıştı bir süre. Sonra yine "Allah büyüktür, düşmez kalkmaz bir Allah'tır vb şeyler söylenmeye başladı. Annem de sordu "Ne oldu sorun ne?" falan diye. "Ya abla bunlar yetim. İşte biz yardım etmeye çalışıyoruz da bizde de yok ki abla." dedi.
Sonra adamın kendini kasarak çıkardığı çok belli olan ağlamaklı sesler eşliğinde gideceğimiz yere varıp indik taksiden.
Bu olayı yazdım çünkü büyük ihtimalle bir dümendi tüm o telefon konuşmaları falan. "Medikal görüntüleme merkezinden çıkanlar hasta olduğundan falan duygusaldır şu sıralar. Acıyıp da 20 kağıt verirler..." diye düşünülerek hazırlanmış ve önceden oturup üzerine kafa yorulmuş bir dümen.
Şimdi belki diyeceksiniz "Ya dümen değilse? Ya gerçekse o telefon konuşmaları?"; Hiç sanmıyorum. Orada olsaydınız siz de benim gibi düşünürdünüz.
Ha neredeyse unutuyordum; Bu STV'nin dandik kısa filmlerinden fırlamış gibi 3 cümlesinden birinde mutlaka "Allah" geçen adamın telefon melodisi John Carpenter'ın The End şarkısıydı. Bilmeyenler için; Bu şarkı Banu Alkan'ın tecavüze uğradığı film sahneleriyle özdeşleşmiştir. Hani dırı dırı dını dını dınıt diye bir şarkı, hatırlamadınız mı? Youtube'dan dinleyin hatırlarsınız...
Sonuç olarak; Cinlik, piçlik, puştluk yapan çok memlekette. Duygusal davranmayın anacım...
SON
Hemen blogumda bu konuyla ilgili bir yazımı kopyala/yapıştır yapayım :D
http://hayvanyasar.blogspot.com/2011/05/destan-filmleri.html

Destan Filmleri



Bu yazımda yine sinemayla ilgili bir konudan bahsedeceğim... Türk sinemasında gıcık olduğum bir şey var; Daha iyisini yapmak yerine eski filmlerle dalga geçilmesi...
Şöyle ki; Cüneyt Arkın filmlerini artık komedi filmi niyetine izliyoruz değil mi? Orada burada arkadaş sohbetlerinde konu eski filmlere geldi mi herkes dalga geçiyor... Peki neden bu filmlerin yenileri çekilmiyor??? Özellikle Battal Gazi, Kara Murat, Kılıçarslan vb destan filmleri... Neden bunlarla o kadar taşak geçiliyor da biri çıkıp günümüz teknikleriyle daha kalitelisini yapmıyor? Veya yapamıyor mu?
Madem o eski filmlerle dalga geçebilecek bir zamandayız ve o kadar gelişti sinema sektörümüz, neden yeni versiyonlarını çekmiyoruz? Madem o kadar ilerledin bu işte, madem beğenmiyorsun artık eski filmleri, yap daha iyisini de göster bu işte ne kadar yol aldığını... Ama taşşak geçmek daha kolay tabii!!!
Hem bu bir gövde gösterisidir. Sinemada ilerleyen her ülke ilk iş kendi destanlarının veya tarihlerindeki önemli bir dönemin filmini çekip Dünya'ya "Bakın artık biz de bu işi iyi yapıyoruz!" der. E peki bizde tarihi olaylardan, destanlardan bol bir şey olmadığı halde neden şöyle yüksek bütçeli, kaliteli bir film çekip "İşte biz bu işi böyle yaparız!" demiyoruz?
Çok kızdığım bir şey var mesela. Dünya'nın en kötü filmi seçilen Dünya'yı Kurtaran Adam filminin 2. sini neden komedi filmi olarak çektik? Neden zamanın getirdiği imkanları kullanarak şöyle güzel bir bilim-kurgu filmi çekmek yerine Mehmet Ali Erbil'i başrole koyup sikindirik bir film çektik? Demek ki taşak geçmek kolayımıza geliyor...
Elalem kendi tarihinde destan olmadığından gidip başka milletlerin destanlarını filme çekip tüm dünyaya pazarlıyor (Beowulf, Pathfinder, 300 Spartalı, Truva vb...). Peki Türkiye'de son dönemde kaç tane tarihi destan filmi çekildi? Bir avuç... Ki bunlardan da dişe dokunur bir tek Son Osmanlı: Yandım Ali vardı...
Dediğim gibi, destandan bol ne var bizde? Dede Korkut Hikayeleri'nin her biri bir destan. Sonra Türeyiş Destanı, Bozkurt Destanı, Yaratılış Destanı, Göç Destanı, Ergenekon Destanı, Çanakkale Destanı... Neden hiçbiri filme çekilmiyor bunların? İlla Hollywood gelip bizim destanımızı filme çekene kadar bekleyecek miyiz? Destanlarımızı sahiplenmek, değerini bilmek için bunu mu bekliyoruz?
Ben bu sorulara cevap vermeyeceğim çünkü cevap vermesi gereken ben değilim... Soru sorarak da derdimi anlattığımı düşünüyorum. Sordum soruyu koydum boruyu diyorum ve yazıyı bitiriyorum sevgili okur.
NOT: Adım kadar eminim ki Ergenekon Destanı'nın filmi yapılmadan önce Ergenekon Davası'nın filmi veya dizisi yapılacak. Bazı kişiler, bazı kişilere yaranmak ve bazı kişilerin beynini yıkamak için yapacaklar bunu, emin olabilirsiniz...

Domuz Gribi


Biiir deeeerdim var aaartık tuuuutaamam iiiçimdeeeee...
Eveet giriş cümlem Mor Ve Ötesi'nin Bir Derdim Var adlı güzel şarkısından geliyor...
2-3 gündür bir derdim vardı, tutamadım içimde, yazayım bloguma dedim...

Şu domuz gribi olayı çıktı ya çok dertlendim ben sevgili okur. Peki neden? Dünyayı tehdit ediyor, her geçen gün insanlar ölüyor falan diye mi? Hayır. Dertleniyorum çünkü; Darkafalılara malzeme çıkıyor!

Yine mi "darkafalılar" diyeceksiniz ama ne yapayım, 2 sevmediğim insan modeli var benim;
1) Özentiler
2) Darkafalılar
Domuz Gribi nasıl darkafalılara malzeme oluyor peki? "Domuz" kısmıyla tabii ki. İnternette "Bilim adamları domuz etindeki ölümcül parazitlere karşı insanları uyarıyor" ve benzeri haberleri alıp, üzerine "İşte Allah bu yüzden bize domuz eti yemeyin diyor! Kuran ne söylüyorsa bizim yararımıza olduğunun kanıtıdır bu haber! Bilim Kuran'da yazanı destekliyor! Bilim ve din çelişmez!" diye zırvalayan kafasına sıçtığımın darkafalıları bu salgın karşısında neler diyecekler bir düşünsenize!.. Dertlenmeyeyim de ne yapayım?
Çıkacaklar şimdi de "Bakın, Kuran bize domuz eti yemeyin dedi, biz de buna uyduk. Uymayanlar ise şimdi Domuz Gribiyle cezalandırılıyor! Bu ilahi adalet! Allah, dediğini dinlemeyenleri, domuz yiyenleri cezalandırıyor!" diyecekler. Emin olun böyle diyecekler hatta demeye başlamışlardır bile, hiç şaşırmam, siz de şaşırmayın...
Neden şaşırmayalım? Çünkü; Pompei Faciası hakkında "Pompei şehri genelev kaynıyordu. Bu yüzden Pompei halkı Allah'ın gazabına uğradı!" diyenler, 19 Ağustos Depremi hakkında "Artan günahkarlık ve ahlaki çöküntü yüzünden Allah bizi cezalandırdı. Depremde ölenler günahkardı!" diyenler, 7 gencin öldüğü soba faciası hakkında "İsrail Gazze'ye saldırırken yılbaşını kutladıkları için Allah onları cezalandırdı!" diyenler, kemoterapi sonucu saçları döküldüğü için başını örten Türkan Saylan hakkında "Başörtüsüne karşı olduğundan Allah cezasını verip onu başını örtmek zorunda bıraktı!" diyenler ve benzeri bir çok örnekte salaklıklarını, koyunluklarını haykırırcasına birbirinden saçma yorumlar yapan darkafalı zihniyetten, başka bir şey bekleyemeyiz...
Derdimi anlamışsındır diye düşünüyorum sevgili okur; Bu darkafalı kuşbeyinli öküzlere daha fazla saçmalamaları için malzeme çıkması rahatsız ediyor beni. Seni de benim gibi rahatsız ediyor mu bilmiyorum ama bence "etmeli" ey okur...
Başka bir yazıda buluşmak üzere kendine iyi bak...
Bulmaca Köşesi: Türkiye'nin Müslüman çoğunluklu bir ülke olmasının iyi yanı nedir?
Cevap: Kimse çıkıp da "Bu domuzda virüs yok, bakın ben yiyorum hiçbir şey olmuyor" demez.
SON

10 Mayıs 2011 Salı

Ağzı Olan Konuşuyor
















Gidişat kötü ey okur... Bilim ve Teknik dergisi son sayısının kapağından ve içeriğinden Darwin ve evrim teorisini çıkardı. Bu da bize TÜBİTAK'ın da dinci kadrolaşmaya kurban gittiğini gösteriyor.
Darwin'e sansür olayı Türkiye'de en son 90'ların sonunda ve 2000'lerin başında yükselmiş olan Evrim Teorisi tartışmalarını tekrar canlandırdı. (Tabii ki "Evrim, dinle çelişir mi çelişmez mi?" sorusundan ileri gidemedi bu tartışmalar hiçbir zaman.) Seçim dönemi olmasaydı eminim daha büyük etki yaratırdı bu olay. Çünkü bu olaydan sonraki günler tartışma programlarını takip ettim belki ana konuları bu olur diye ama seçim konuşuluyordu her yerde... Bir tek CNN Türk'te 5N1K programı ağırlık verdi bu konuya. Hatta programın sunucusu Cüneyt Özdemir'in söylediğine göre Adnan Oktar'ı da (Harun Yahya, Adnan Hoca) çağırmışlar programa "Gelin burada konu üzerine bir bilim adamıyla tartışın." diye ama yememiş tabii. "Tek başıma olacaksam çıkarım sadece" demiş. Program yapımcıları da bunun doğru olmayacağını düşünüp davetlerini geri çekmişler. Zaten bu Adnan Oktar medyada 2 şeyden çok korkuyor;
1) Canlı yayın,
2) Bir bilimadamıyla tartışmak.

Neden peki? Çünkü o Evrim Teorisi'ni yalanlamak için yazdığı kitaplar kendi eseri değil. Amerika'daki yaratılışçıların yazdığı -sözde- bilimsel yazıları İslam'a uyarlatıp, Türkçe'ye çevirtiyor. Dikkat edin, cümleyi ettirgenlik kipiyle kurdum. Çünkü bunları kendisi yapmıyor. Çevresinde toplanan takipçilerine yaptırıyor. Zaten kendisinin hiçbir bilimsel vasfı, bilgisi yok. Hal böyle olunca da canlı yayında bir seyirciden veya tartışma sırasında bir bilimadamından gelecek, üzerinde adı yazan onca kitabı yazmış birinin cevabını bilmesi gereken bir sorudan ölümüne korkuyor.
Geçen gün de Hülya Avşar'ın Türkmax adlı Digiturk kanalındaki Hülya Avşar Stüdyosu programına çıkmış. Tahmin ettiğiniz gibi program canlı yayınlanmıyor. Adnan Oktar'ı TV'ye çıkarıp konuşturduğu için kızdım Hülya Avşar'a ama neyse ki tavrını koymuş adama.
Seçimler yaklaştıkça medya siyasete daha geniş yer ayırırken devam eder mi bu sansür ve evrim tartışmaları bilmiyorum ama eğer her önüne gelen konuşacaksa devam etmemesinden yanayım... Bu yazıyı yazma sebebime geldik işte. Vatan Gazetesi'nin internet sayfasında şu haberi gördüm;
Sitede veya linkte bir hasar meydana gelebilir ileride diye haberde dikkatimi çeken paragrafları da kopyala/yapıştır yapıyorum;

"Darwin, evrim teorisini Müslümanlardan çaldı."
İlahiyatçı Yaşar Nuri Öztürk, teoriyi ilk olarak bir Müslüman bilim adamının ortaya attığını söyledi, Süleyman Ateş ise “Evrim geçirdik ama maymundan gelmedik” dedi.
TÜBİTAK’ın Bilim ve Teknik dergisinin ‘Darwin’ kapağını baskı aşamasında değiştirmesi, iki yüz yıldır tartışılan evrim teorisini yeniden gündeme taşıdı. İslamiyet’te evrimin yeri de tartışmaya açıldı. İşte iki ünlü ilahiyatçımızın Darwin ve evrim teorisiyle ilgili görüşleri...
‘Hurmadan geldik’

Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk: Sözüm ona sansürü Müslümanlık adına yapıyorlar. Halbuki Darwin, evrim tezini ünlü Müslüman filozof İbn Miskeveyh’ten çaldı. Evrim teorisi Batı’nın değil Müslümanlarındır. 940-1030 yılları arasında İran’da yaşayan İbn Miskeveyh, ’El-Fevzü’l-Asgar’ adlı ölümsüz eserinde evrimleşmeyi, Darwin’den tam 850 yıl önce incelemiş ve onun vardığı sonuçlara daha o zaman varmıştır. Miskeveyh’e göre, yüksek alemden inen nefs (ruh) çeşitli dünya varlıklarında kendini göstere göstere tekamül etmiş, nihayet insanlık mertebesine gelmiştir. Bu süreçte, hayat eserini ilk kabul eden varlık bitkidir. Aşağı düzeyinde bitki tohumsuz ürer. Otlar gibi... Nihayet evrim, üzüm ve hurma ağacına ulaşır. Bitkiler alemi, hurma ile tekamülünün son sınırına varmış olur. Hurmada artık hayvan özelliği belirmeye başlamıştır. Hurma, bitkinin son, hayvanın ilk mertebesidir. Hayvanlar aleminde ilk mertebe, kısmen hareket edebilen, sadece dokunma duyusu bulunan sedef ve salyangoz gibi hayvanlardır. Evrimleşme, köstebek ve benzeri 4 duyu sahibi hayvanlarla devam edip 5 duyu sahibi, terbiye edilebilir hayvanlara ulaşır. Bu mertebede at ve şahin tipiktir. Evrimleşmenin insanlık mertebesine bağlanma noktasında maymunlar ve benzeri gelişmiş hayvanlar görülür.
‘Kuran’da evrim var’
Prof. Dr. Süleyman Ateş: Darwin’e karşıyım ama bilimde sansür olmaz. Kuran’a göre insan bir evrim geçirmiştir. Ama Darwin’in dediğin gibi insan maymundan gelmiş değildir. Kuran’da insanın henüz halife olmazdan önce, yani yeryüzünde Allah’ın temsilcisi olmazdan önce barbar, kan dökücü bir canavar gibi olduğu söyleniyor. Ama akıl potansiyeliyle insan olgunlaşıyor ve yeryüzündeki varlıklara hakim olacak duruma geliyor. Bu Allah’ın bir lütfu sayesinde oluyor. Bakara suresinin ayetlerinde buna işaret edilmektedir. İnsan suresinde ise ” İnsan kendisinin hiç anılmadığı uzun zamandan geçmedi mi “ diye buyurulmaktadır. Yani insan daha insan değildi ama insan olma yönüne yönlendirilmişti.
Ağzı olan konuşuyor işte!!!

Biri evrimi maymundan gelmek sanıyor, biri de "Darwin evrim teorisini müslümanlardan çaldı." diyor...
Aslında Süleyman Ateş'in evrimi maymundan gelmek sanmasına şaşırmadım çünkü kendisi zamanında, içinde Kuran yüklü bir MP3 çalara, Kuran'a gösterilen saygının gösterilmesi gerektiğini, bozulursa yakılmasının veya gömülmesinin gerektiğini, aynı MP3 çalara Kuran ile beraber şehvete kışkırtan veya dine aykırı müziklerin yüklenmemeleri gerektiğini söylemiş fantastik bir adam! (İlgili yazı için; http://www9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=08.08.2007&Newsid=131440&Categoryid=7 )
Yine kopyala yapıştır yapayım;
Prof. Süleyman Ateş, Kuran-ı Kerim yüklenen iPod’ların kullanımına ilişkin tavsiyelerde bulundu. Ateş “Eğer o iPod’da klasik Türk musikisi ve tasavvuf müziği varsa aynı alete Kuran-ı Kerim’in eklenmesinin bir sakıncası yok. Ama insanları şehvete kışkırtan, dine aykırı müzikler varsa aynı cihaza Kuran-ı Kerim’i yüklemeyi doğru bulmam. Çünkü Kuran’a saygısızlık olur. Biri şehvete diğeri ruhaniyete sevk ediyor. Cihaz bozulduğunda ise bir yere gömmek ya da yakmak gerekir. Çünkü Hz. Ömer zamanında da yıpranmış mushaflar (Kuran’ın kopyaları) yakılmış. Bu nedenle çöpe atılmamalı, saygı gereği yakılmalı. Kuran’a saygı bunu gerektirir.”
Şimdi sen gidip bu sözleri söylemiş bir adama ne diye Darwin'i, evrim teorisini soruyorsun ki???
Yaşar Nuri Öztürk'e ne demeli? Darwin evrim teorisini müslümanlardan çalmış(mış)!
Şimdi şu var ki "İbn Miskeveyh" adlı İslam düşünürü evrim fikrini ortaya atmış olabilir. Benim o konuda bir bilgim yok. Ama ben şunu biliyorum ki Darwin bir şey çaldıysa da bu evrim teorisi olamaz çünkü evrim teorisi zaten Darwin'in kendi zamanında da bilinen bir teoriydi. Evrim teorisi Darwin'den çok önce biliniyordu ama nasıl işlediğine dair görüşler çok farklı ve mantıksızdı. Darwin işte bu "işleyiş" sorununu çözdü. Yani; Doğal seleksiyon!
Darwin'in eseri doğal seleksiyondur. Doğal seleksiyon fikriyle beraber evrim teorisi güçlenip şahlandığı için evrim teorisi ve Darwin bu kadar özdeşleşmiştir. Yani Darwin'in eseri Evrim Teorisi değil Doğal Seleksiyona Dayalı Evrim Teorisi'dir! İbn Miskeveyh'in ise doğal seleksiyonu düşünmediği çok açık. Hem her şeyi geçtim, çalmak ne demek ya? Buna dair bir kanıtı var mı Yaşar Nuri Öztürk'ün çok merak ediyorum. Esinlenmek falan dersin anlarım, "Darwin'in evrimi değil doğal seleksiyonu düşündüğünü bilmiyor konuşuyor öyle." derim. Ama çalmak? Hiç hoş bir kelime değil...

Hem Charles Darwin evrim teorisini çalacak olsa neden 11. yüzyılın İran'ına gitsin? Öz ve öz dedesi olan mucit, şair, fizikçi, fizyolog ve filozof Erasmus Darwin'in evrim teorisi üzerine yazıları vardı. Çalacaksa ondan çalardı...
Yaşar Nuri Öztürk meslektaşlarına nispeten daha "geniş" düşünen bir adamdır. Onun için bunları söylememiş olmasını beklerdim kendisinden.

İşte böyle sevgili okur. Sansürler, müdahaleler falan başladı, gidişat kötü ülkede. Ya kendimizi feda etmeyi göze alıp "Dur!" diyeceğiz bu gidişe ya da kendimizi kurtarmak adına terkedeceğiz bu ülkeyi...
NOT: Süleyman Ateş şu "Dikkat ölüm tehlikesi!" tabelalarındaki kurukafalara benzemiyor mu sizce de? Google'dan resimlerine bakın, Youtube'dan videolarını izleyin katılacaksınız bana. Hatta durun size bir bulmaca hazırlayayım şimdi...
Bulmaca köşesi: İki resim arasındaki 7 farkı bulunuz.









NOT2: Cevabı bulursanız bana da söyleyin.

SON

Okul Merdivenlerinde Stres...


Nereden geldiyse gecenin bu vakti aklıma...
Erkekler bilir.Okulda merdivenden çıkarken yukarı bakmak biraz gerer insanı.Görülebilecek güzellikler yanında, etraftan bakan gözler tarafından kötülenmek de vardır işin içinde.

Eğer erkeksen, okul merdiveninden çıkarken yukarı fazla bakmayacaksın.Sapık damgası yersin anında.

Kızlar merdivenin trabzan tarafından çıkıyorlarsa, merdivenden çıkarken yukarı bakarsanız bir görsel şölene şahit olursunuz ama okulda o kadar kişi arasında öyle yukarıya baka baka çıkarsanız merdiveni, okul çıkışında dayak yiyebilirsiniz de...( E o kızların sevgilileri var, sevgililerinin arkadaşları var, kızlara platonik aşk beseyenler var, hepsini geçin "Birinin ters hareketini görsem de dövsem." diyenler var.Değil mi ama...)

Şimdi;
Benim ne tarafa bakacağıma kimse karışmamalı ama yukarı bakarsam sapık muamelesi görürüm.Hem de şahit olabileceğim bir görsel şölen beni başka diyarlar götürür, o gün ders mers girmez kafama...Bakamıyorum kardeşim işte.Zaten yanlış anlaşılma fobisi var bende. Biri benim hakkımda sapık diye düşünür mü diye geriyorum kendimi. Nereye bakacağımı, ne yapacağımı şaşırıyorum.

Kızlar da merdivenin istedikleri tarafında yürümeli ama trabzan tarafından yürürlerse hem benim gibi masum çocukları böyle strese sokarlar hem de sapık kişileri mutlu ederler,masturbasyon fantezisi olurlar...

Erkeklerin, merdiven çıkarken yukarı bakmasını veya kızların merdivenin trabzan tarafından gitmesini yasaklamak da mantıksız olur.

Çözümü buldum ama ben;
Merdivenlerin trabzanları arasına branda çekilmeli.Hani balkonlarda oluyor ya öyle. Güzel olur bence. Kızlar kimsenin masturbasyon fantezilerini süsleyecek görüntüler vermeden rahat rahat çıkarlar merdivenlerden, ben de kafamı anatomimin elverdiği her yöne çevirebilirim strese girmeden.

Seneye okula dönünce öneri ve şikayet kutusuna atmayı düşünüyorum bu fikrimi.

Gülmeyin ulan !!! Ciddiyim ben.
SON

Hoşgeldin Paris Hilton...


Heyooo Paris Hilton Türkiye'ye geldi. Artık türban sorunu, işsizlik sorunu, ekonomi falan hepsi çözülür.
Sabah haberlerinde gördüm havaalanında karşılanışını. Menajeri, danışmanları falan bir de Deniz Akkaya vardı. Çevreleri 1. katmanda korumalarla, 2. katmanda çoğunlukla magazinciler ve 3. katmanda abazalarla sarılıydı.

2. katman ve 3. katmanda kavga başladı sonra.E tabi abazalar ünlü götü ellemek, magazinciler de ünlü götü çekmek istiyorken rekabet kaçınılmaz...
Paris Hilton'u zaten Deniz Akkaya karşılamış.Çiçek vermiş Paris'e. Götünü de yalayacakmış ama o kadar yalakalık da fazla olur diye düşünmüş. Sözde Paris'e eşlik etmek için yanında gidiyor ama Paris hiç takmıyor Deniz'i. Deniz Akkaya da olur ya belki bu görüntüler Amerikada izlenir de beni de merak eden olur diye düşünüyor. Acıdım Deniz'e...Dış katmanlara gidelim şimdi.
1. Katman: Korumalar ;
Adamlara yazık be...Paris'e de Deniz'e de en yakın onlar ama görevlerini yapacaklar diye yüzlerini dönüp de bakamıyorlar bile.
2. Katman: Gazeteciler ve hırslı abazalar ;
Türk erkeklerinin çoğunluğunda ünlü götüne bir düşkünlük var. Yabancılara ise ayrı bir düşkünlük var. Paris de hem ünlü hem yabancı hem de internette dolaşan seks görüntüleriyle fantezileri süsleyen bir kadın. Magazinciler "Magazin seyircilerini Paris'in götünden mahrum bırakmayalım" diye, abazalar da "Korumaları geçersem Deniz'i mi ellesem Paris'i mi? Bir de neresini ?" diye düşünerek korumalara doğru abanıyorlar.
3. Katman: Geç kalan magazinciler ve fazla hırslı olmayan "Şöyle bir bakıp masturbasyona malzeme toplasam yeter" diyen abazalar ;
Bu katmanda abazalar fazla hırslı değil ama magazinciler geç kaldıklarından "Eyvah kaçıracağız Paris'in götünü" telaşıyla yırtıcı bir hayvan gibi Paris'e yaklaşmaya çalışıyorlar.Bunu yaparken de abazaları rahatsız ediyorlar, kavga başlıyor... Ama ne kavga be kardeşim.Kameraya yansıyanlardan en çok ilgimi çeken koca kamerayı adamın tekinin kafasına vuran magazinciydi ( Sonradan kameradaki hasarın kendisine saldıranlar tarafından verildiğini söyleyecek çalıştığı yere muhtemelen).

Bu kargaşa içinde Paris'i veya Deniz'i elleyen olmuş mudur bilmem ama kargaşa onlara kadar ulaşabildiyse kesin korumalar da çaktırmadan ellemişlerdir. Adama acı koyar çünkü Paris Hilton'un en yakınında olup görev gereği sırtını dönmek zorunda kalmak.
Tüm bu kargaşa içinde Paris gayet sakin kaldı, arabasına binerken de gazetecilerin resmini çekti ( komik kız ).Deniz Akkaya da daha çok dikkat çekmek için korumalığa girişti bir ara. Deniz'in suratına bakan, adam öldürüyorlar sanardı, onun yanındaysa Paris gayet sakindi....
Sevdim Paris'in bu halini ben...

SON

Sevgilinin Sümüğünü Yemek


Evet evet gerçekten varmış böyle bir şey.
Geçen gün ekşisözlük'te dolaşırken biri bahsetmiş, gülüp geçtim öylesine yazılmış bir şey diye.Sonra baktım bir de başlık var böyle, okudukça şaşırdım şaşırdıkça okudum...

Neymiş efendim sevgiliye sevgiyi göstermek içinmiş."Seni o kadar çok seviyorum ki burnunun bokunu bile iğrenmeden yiyorum,o kadar seviyorum yani." anlamına geliyormuş. Kim verirse versin ama biri bu zihniyetin belasını versin... Hayır daha iğrençleri de var tabi.

Örneğin;
Scat porn denilen olay, sevgilinin ağzına boşalmak, piss porn denilen olay...
Neyse bunları geçelim şimdi.
Sevgiyi göstermek içinmiş...
Bir de bahsettiğim sitede kimi hanımlar erkek arkadaşlarının bu davranışına nasıl hayran kaldıklarını ballandıra ballandıra anlatmışlar.

Kendi sümüğünü yersin onu anlarım.Herkes yemiştir, en azından küçük yaşlarında. "Yemedim" diyen de küçüklüğünde yerken yakalanıp annesinden güzel bir şamar yediği için zamanla bu acı anıyı bastırıp unutmuştur.
Olay sadece bununla kalacak olsa bu konuyla ilgili düşüncelerimi buraya dökmezdim.Fakat bence olay bu kadarla kalmaz. Hani bu "sevgiyi gösterme yolu " ya, birbirini bu kadar çok seven bir çift ne yapar? Evlenir pek tabii. Çocuklar???? İşte burada tehlike başlıyor. Böyle gerizekalı velilerin çocukları büyük ihtimalle bu olaya gayet doğal bakan kişiler olacaklar.Hatta büyük bir ihtimalle sümük yemeyi iğrenç bile bulmadıkları için bu olayı "sevgilerini göstermek" için yapmayacaklar. Sevdikleri bir kızla öpüşmek kadar doğal bir aktivite olacak bu...

Ve 2. aşama...

Bu çocuklar çıktıkları kızların sümüklerini yiyecekler ve buna kalkıştıkları gibi çoğu zaman terk edilecekler.Çünkü nüfusun büyük çoğunluğu bu olayı iğrenç buluyor...

ANCAK!!! Önceki kuşakta nasıl bu eylemi "sevgiyi göstermek" amaçlı kullananlar varsa bu kuşakta da olacak pek tabii.

Şimdi bu sümük yiyen aileden gelen çocuk, bir çok karşı cins tarafından bu eyleminden ötürü terk edildikten sonra, anne babası gibi , bu eylemden "ne kadar çok sevildiğini" çıkaran bir karşı cinsle karşılaştı diyelim. Diğer karşı cinsleri, bu eylemi sonucunda onu tuhaf görüp terk etmişken, bu karşı cins aynı eylem karşısında "Beni ne kadar da seviyor" derse bizim ana kahramanımız da "işte hayallerimdeki kız" demez mi? Der tabii ki...

Ve işte bir sümük yiyen aile daha oluştu....

Önceden belirttiğim gibi 2. sümük yiyen kuşak sümük yemeyi önceki kuşaktan daha çok uyguluyor. Çünkü ilk kuşakta bu eylem karşıdaki çok özel biriyse yapılıyordu.Sonradan işi bağlayacağım noktayı daha iyi anlamanız için ilk kuşağın bu eyleme bakışını seksle eşleştirelim.Özel kişilere sevgi göstermek için yapılan, özel bir şey olduğu için.
2. kuşakta ise sümük yemek iğrençlikten çıktığı için bu kuşakta bu eylem çiftler arasında öpüşmek kadar doğal.

Geleceğim noktayı anlamaya başlamışsınızdır artık sanırım;
1. kuşakta sümük yemek çok özel bir eylemdi,

2. kuşakta yine herkesle yapılacak bir şey değil ama çok özel de değil

Şimdi yaptığımız eşleştirmelere bakalım;
1. kuşağın bu eyleme bakışını seks ile,

2. kuşağınkini ise öpüşme ile eşleştirmiştik.

Aradaki fark açık.Kuşaklar ilerledikçe bu eylem kuşak üyeleri arasında giderek özel yaşamdan uzaklaşıp günlük yaşama yaklaşıyor.

Ve son örneğimiz;

2. kuşak için sümük yemek öpüşmek gibi bir şey olduğundan bunu daha sık yapacaklar.Bu evde büyüyen 3. kuşak için ise bahsettiğimiz eylem özel yaşamdan günlük yaşama doğru bir adım daha atacak.

Bu süreç içinde ;

1-Nüfus geometrik olarak arttığından her sonraki kuşağın bu eylemi doğal karşılayacak bir karşı cins bulması kolaylaşacaktır.

2-Her kuşakla beraber "karşı cinsin sümüğünü yeme" eylemi günlük yaşama daha bir yaklaşacağından, çevrede birbirinin sümüğünü yiyenleri görebileceğiz.(Bunun bir sonucu da; Bu eylemi görüp biraz düşündükten sonra olaya sıcak bakanların oluşması ve bu eylemin yeni uygulayıcılar/taraftarlar kazanmasıdır.)

3-Seks eskiden kapalı kapılar ardında yapılırken artık barlarda discolarda ayaküstü yapılıyorsa, öpüşmek eskiden 2 sevgili arasında yalnız kalınca yapılan bir şeyken artık şişe-çevirmece oyununda millet önüne gelenle öpüşüyorsa, bu "sevgilinin sümüğünü yeme" eylemi de hızla günlük yaşama girecek.

Kültürel evrim yani...Canlılar türlerinin devamı için daha çok yeni birey oluşturmaya çalışırlar; Kültür öğeleri de unutulmamak için daha çok taraftara gerek duyarlar. Canlılar yaşam alanlarına uygun değillerse yok olurlar; Kültür öğeleri de toplumdaki baskın değerlere uygun olmalıdırlar ki ayatka kalsınlar.Ama zaten toplumdaki bu baskın değerleri de o kültür öğesinin taraftarları belirlediğinden bir kültür öğesi yeterli taraftara bir kez ulaşırsa toplum değerleri tarafından yok edilmesi imkansızlaşır.

Bu 3 sonuçtan anlaşılacağı gibi bu eylemi yapanlar her kuşakla beraber artacak ve bu eylem özel yaşamdan çıkıp günlük yaşama yerleşecek...

Öyle ki , belki de belirsiz bir gelecekte, bir genç, sevgilisinin sümüğünü yemeği iğrenç bulduğu için abazan kalacak, toplumdan dışlanacak...

SON

Eğitime Dinci Çember


Eveet bir yazıya daha başlamadan önce söyleyeceklerim var size; Tavsiye Kitaplar Listemi Sildim başlıklı bir yazı yazmıştım. Eğer o yazımı okumamışsanız okuyun lütfen. Çünkü o yazımda neden bir kitabı tavsiye etmek için kısaca adını, yazarını, yayınevini vermek yerine, o kitap üzerine bir yazı yazmayı tercih ettiğimi belirtmiştim. Bu yüzden bakınız;
Okuduysanız şimdi başlıyorum Mustafa Gazalcı'nın Bilgi Yayınevi'nden çıkan Eğitime Dinci Çember kitabından bahsetmeye...
Önce kitabın arka kapağında yazana bakalım;
3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra AKP iktidarının sinsi sinsi yürüttüğü eğitimi dinselleştirme uygulamaları, 22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonra sınır tanımaz bir hale geldi.
AKP iktidarı boyunca uygulanan eğitimi dinselleştirme politikalarının saptanması ve gelecek kuşaklara iletilmesi Cumhuriyet'in laik eğitim anlayışını korumak ve yaşatmak açısından daha da büyük önem kazandı.
Cezbedici görünüyor değil mi? Evet... Bir de içindekiler bölümüne baktım ve biyoloji kitaplarına "Yaratılış (sözde) Teorisi"nin yerleştirilmesi, Harun Yahya'nın (Adnan Oktar, Adnan Hoca) okullarda konferanslar vermesi, Evrim Teorisi'ni yalanlayan bilim ve mantık dışı yayınların öğrenci ve öğretmenlere ücretsiz dağıtılması gibi hassas olduğum konulardan da bahsedildiğini gördüm. Bundan sonra da kitabı almasam olmazdı tabi... Aldım, okudum ve tavsiye etmeye değer buldum.
Peki kitap neler anlatıyor?
AKP'nin,
  • İktidara gelince ilk iş olarak eğitim alanında nasıl kadrolaştığı,
  • Eğitimi özelleştirerek yandaşlarına nasıl rant sağladığı,
  • Öğrencileri cemaat okulları ve İmam-Hatip Liselerine nasıl yönlendirdiği,
  • "Eğitim yardımı" adı altında, devletin parasıyla 10 bin gencin cemaatlere bağlı özel okullara sokulması için nasıl uğraştığı,
  • 8 yıllık kesintisiz ilköğretimi zedelemek için yönetmeliklerde nasıl değişiklikler yaptığı,
  • Kaçak veya yasal demeden olabildiğince Kuran kursu açılmasının önünü açmak için yönetmeliklerde ve yasalarda nasıl adım adım değişiklikler yaptığı,
  • Zaten laik eğitime aykırı olan zorunlu din dersi'nin haricinde bir de "Uygulamalı Din Eğitimi"ni okullara sokmak için nasıl çalıştığı,
  • Milli Eğitim Bakanlığı'nda ve okullarda yüksek mevkilere nasıl özellikle din öğretmenlerini atadığı,
  • MEB'de yüksek mevkilerde yer alan kadınları nasıl görevden aldığı,
  • Laiklik karşıtı güçlerin daha ılımlı gösterildiği tarih kitaplarına nasıl onay verdiği,
  • Kimi ortaokul ve liselerdeki dinci propagandalara nasıl göz yumduğu,
  • Süper Liseleri nasıl İmam Hatip Liselerine dönüştürdüğü,
  • Ramazan'a göre ders saati ayarlanmasına nasıl göz yumduğu,
  • Laiklik karşıtı propaganda ve örgütlenmeden yargılanmış Harun Yahya'nın (Adnan Oktar, Adnan Hoca) okullarda konferanslar vermesine nasıl göz yumduğu,
  • Aynı şahsın Yaratılış Atlası adlı bilim ve mantık dışı kitabının Türkiye ve Fransa'da biyoloji öğretmenlerine ücretsiz gönderilmesine nasıl göz yumduğu,
  • Aynı kitabın meclise kadar girmesine nasıl göz yumduğu,
  • Çocuk Bayramı olarak 23 Nisan'a karşı Kutlu Doğum Haftası'nı nasıl yerleştirmeye çalıştığı,
  • Kutlu Doğum'un okullarda kutlanmasına nasıl göz yumduğu,
  • Laikliğin tanımını nasıl değiştirmeye çalıştığı,
  • İlköğretim öğrencilerine Evrim Teorisi'ni anlattığı ve ezan sırasında pencereyi kapattığı için 5 öğretmenin il içi sürgün ve maaş kesme cezası almasına nasıl göz yumduğu,
  • Biyoloji kitaplarında "Hayatın Başlangıcına Dair Görüşler" konusunda hiçbir bilimselliği olmayan Yaratılış (sözde) Teorisi'nin yer almasına nasıl göz yumduğu,
  • Öğrenci yurtlarındaki dinci oluşumlara ve bu oluşumlara katılmayanlara yapılan baskılara nasıl göz yumduğu,
  • Fethullah Gülen'e yakınlığı bilinen bir kişinin okulunun açılışını Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in açmasına nasıl göz yumduğu.
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in,
  • Sorulan soruları "Bakanlığımızla alakası yoktur", "Bize böyle bir bilgi ulaşmamıştır", "Aslı yoktur" şeklinde cevaplayarak nasıl kıvırdığı,
  • Zora geldiğinde de cevap vermekten nasıl kaçındığı.
Evet arkadaşlar kitap bunlardan bahsediyor işte. Tavsiye ediyorum, okuyun. Huzursuz edici bir kitap aslında. Çok fazla "gerçek"ten bahsettiği için belki... Okudukça "Ne biçim bir bokun içine batıyor lan bu ülke. Ya "diğerleri"yle savaşmak ya da çekip gitmek gerek bir an önce buradan." diyorsunuz. Hatta şimdiden kitabın verdiği huzursuzluğu dindirmenin yolunu söyleyeyim; Uyumak için yatağa girdiğinizde, sizi huzursuz eden bu gerçekler kimin eseriyse, onu/onları yokettiğinizi düşünün. Güzel, detaylı bir hayale dalın ve tüm ötekileri yok edip huzursuzluğunuzu biraz dindirin. Huzursuzluğunuz yeterince dindiğinde güzel bir uykuya dalacaksınız ve şanslıysanız rüyanızda da düşmanlarla, ötekilerle korkusuzca savaşmaya devam edeceksiniz... Bunu yapmadan, o huzursuzluk duygusuyla uykuya dalmak biraz zor.
Peki ben ne mi hayal ettim? İyisi mi onu kendime saklayayım...
Aslında yazımın ilk halinde yazmıştım kendi hayalimi de ama sonra açık açık yazmamın benim ya da en azından blogum için sakıncalı olabileceğini düşündüğümden, paylaşmaktan vazgeçtim onu. Normalde bu paragrafta kendi uyku öncesi hayalimi paylaşıyor olacaktım...
Yeterince bilgi verdiğimi düşünüyorum kitap hakkında ve umarım size de cezbedici gelmiştir de boşa gitmez bu yazdıklarım. Görüşmek üzere okur...
SON

Saçma Slogan


İstanbul'dan Ankara'ya dönerken gözüme batan bir şey oldu. Yazayım dedim... İstanbul'da ne işim mi vardı? Geçen hafta kapalı akciğer ameliyatım için İstanbul'daydım. "Nooldu ki?" derseniz; Akciğerimde de bir kitle tespit edildi. "Kanser nüksetmiş olabilir. Sakruma platin takmadan önce onu bir aradan çıkaralım, neymiş görelim." dedi doktorum. Gittim oldum ben de ameliyatımı paşa paşa. Göğsüme açılan 3 küçük delikten içeri kamera ve diğer ameliyat malzemelerini sokup bilgisayar ekranından kesip biçtiler ciğerimi. Hemen iyileştim çıktım 1 haftada. İşte bu sebeple İstanbul'daydım.
Ankara'ya dönerken bir bina üzerinde gördüğüm slogan ise bu yazıyı yazma sebebim. Slogan şu; Ülkemi seviyorum, vergimi ödüyorum!
Başta güzel geliyor kulağa değil mi? Ama ben niyeyse biraz düşündüm bunun üzerinde. Sonuç; Boktan bir slogan lan bu!
"Niye ki lan?" diye soruyorsun, duyuyorum seni okur. Bak şimdi izah edeyim sana...
"Ülkemi seviyorum, vergimi ödüyorum." insana ne düşündürüyor? Sanki "Ülkemi sevdiğim için vergimi ödüyorum." diyor bu slogan değil mi? Öyle... Ama çok saçma değil mi lan okur?
Ne yani vergi ödemenin ön koşulu ülkeni sevmek mi? Ülkesini sevmeyenden vergi alınmıyor mu? Alınıyor! Hem de sike sike alınıyor... Yanlış mıyım?
Onu geçtim, bir de sanki bu bir marifetmiş gibi bir his veriyor insana bu slogan. "Hahah süper bir insanım, ülkemi seviyorum ve vergimi ödüyorum."diyor sanki... Neden marifet olsun ki bu? Ülkeni seviyorsan zaten vergini de seve seve ödersin. Olması gereken bu, ortada sloganlık bir durum yok yani. Gayet normal bir durum, ne heyecan yapıyorsun!..

Şu diyalogla iyice açıklayayım olayı;
2 arkadaş.
A ve B.
B; İşiyle gücüyle meşgul bir adam.
A; Boş gezenin boş kalfası.
-------------------------
A: Selam B Abi. Ben ülkemi seviyorum.
B: Bana ne lan?
A: Hiç abi söyleyeyim dedim öylesine.
B: İşin gücün mü yok olum senin?
A: (Kırılır biraz) Abi biraz vatan-memleket muhabbeti yapalım dedim, kötü mü ettim?
B: (İstemeye istemeye bırakır işini) Peki peki. Eee seviyorsun da ne yapıyorsun bakalım ülken için?
A: (Gerine gerine) Vergimi ödüyorum.
B: Lan şopar! Onu ben de ödüyorum ne var onda! Marifetmiş gibi söylüyor bir de!
A: (Pısar biraz) Ama abi ülke sevgisi, ülkeye destek falan...
B: Lan sus! Ülkesini seviyormuş, vergisini ödüyormuş! Onu ülkesini sevmeyen de ödüyor göt! Vatan-memleket muhabbeti senin neyine lan? Beni meşgul ediyor bir de...
-------------------------
Gördüğünüz gibi çok saçma bir slogan bu... E peki ben neden gördüğüm rastgele bir sloganın bu kadar derinine iniyorum? İnanın ben de bilmiyorum...

Hadi şimdi beni daha fazla uğraştırmayın da iletişime geçin Gelir İdaresi Başkanlığı'yla, kullanmasınlar artık o sloganı...

SON